HUGO

 

‘’Hayatın bana öğrettiği bir şey varsa o da şudur; mutlu sonlar sadece filmlerde olur.’’

“Gayeni kaybedersen, bozuk bir makineden farkın kalmaz. Tüm dünyayı büyük bir makine olarak hayal ederdim. Makineler asla yedek parçalarıyla gelmezler. Çalışmaları için ne gerekiyorsa o kadarı olur hep. Dünya kocaman bir makineyse, ben yedek parça olamam diye düşündüm. Burada olmamın bir sebebi olmalı. Bu da demek oluyor ki, senin de burada olmanın bir sebebi var!”

Yazıma filmden bu alıntı ile başlamamın sebebi, film daha izlenmeden ve sadece afişine bakılarak “Çocuk filmi mi?” sorusunun sorulması. Bana kalırsa bu ve bunun gibi güzel, derin öğretiler içeren bir film çocuklara yönelik bir film denilerek köşeye atılmamalı. Unutulmamalıdır ki, içinde her ne kadar aksiyonlu veya günümüzdeki kitlenin arzuladığı anlamda içerikler bulunmasa da en derin anlamlar sade anlatımlardan yola çıkılarak bulunabilir. Baştan söylemek isterim ki bu film, amacına ulaştığında gayet değerlenecek bir film.

Martin Scorsese yönetmenliğinde çekilen film, “kurgu seyirciye ulaşmıyor ve basit kalıyor” eleştirilerine rağmen 11 dalda Oscar adayı oldu. Roman uyarlaması olarak beyaz perdeye aktarılan film en iyi yönetmen dalında ödül getirdi.

Filmin en akılda kalıcı özelliği bir tren istasyonunda geçmesi. Çünkü filmin baş karakteri Hugo babasının ve annesinin ölümünden sonra bir tren istasyonunda yaşamaya başlıyor. Saat tamircisi olan babasının yanında tamir işlerini öğrenen Hugo, babasının ölümünden önce babası ile tamir etmeye çalıştığı insan formunda bir robotu babasının hatırası olarak görüyor ve istasyona onu alarak tamir etmeye çalışıyor.

Bu olaylar gelişirken Hugo başına geleceklerden habersizdir. Herkesin bu dünyaya bir geliş amacı vardır ve o kendi amacını bu robot sayesinde öğrenecektir. Robotun eksik  parçalarını bulmak için istasyondan parça çaldığı tamirci ise aslında her şeyin cevabıdır.

Bazen bazı şeyler unutulmak istenir. Yaşananlar beklenenlerden daha acıdır çünkü. Geleceğin belirsizliğine rağmen hayal kurar insan. O vakit  güçlü hisseder ve ilk kez mutlu hisseder kendini. İşte bu durumda elimizde olmayan ama hayatımıza yön veren bir kavram çıkar ortaya. O kavram zamandır ve hepimizin hayatının temelidir aslında. Zaman gelir yaşananlar yaşanır. Zaman unutturur acıları, zamanı gelir o acının yerine verilen bir sevinç gelir. Çünkü hayat oyunlarını acının temeline kurmayı sever. Zaman bir şeyleri getirdiği gibi bir şeyleri götürür. Zaman hayata getirir ve unutturur. Peki zaman neyi unutturmaz?

Filmin en belirgin özelliklerinden birinin saat üzerine kurulmuş olduğu düşünülürse film aslında bu fikri izleyiciye aktaracak bir zemin oluşturuyor. Filmin ilk bölümünde Hugo‘nun gözünden bir tablo çizilirken ikinci bölümde George Melies‘in, yani bir dönem sinemaya yön vermiş lakin unutulmuş (kendisini yaşadığı depresyon sonucunda unutturmuş) ama aslında yaptığı hiçbir şey değerini kaybetmemiş bir yönetmenin gözünden görüyoruz. Bu yönetmen zamanında sinemaya görsel bir özellik vermiş, çok başarılı olmuş ve eşi ile sihirbazlık yaparken dönemde kamera bulunarak izleyiciye sinema kapısı açıldıktan sonra görsel büyüsünü beyaz perdeye taşımak istemiştir. Filmde bu sahneler geçmişe gidilerek verilmiştir. İşte bu noktada izleyicinin bulması gereken yine zaman faktörüdür.


Bu yönetmen ve Hugo arasındaki bağlantıyı ise filme bırakmak istiyorum. Çünkü genel seyri açısından izleyiciye asıl duyguyu ve şaşkınlığı verecek olan kilit nokta bu. Herkesin o sahneden çıkaracağı anlam farklı olacaktır. Bu yüzden bu bağlantıyı bu eleştiriyi okuyup filmi izleyecek olan izleyicilere bırakıyorum.

Teknik açıdan gayet başarılı sayılabilecek film, her kesimden ve yaştan izleyiciye hitap ediyor. Hüzünlü ama birçok noktada gülümsetecek, hayatın karmaşasında güzel mutluluklar görmek isteyen sinemaseverlere tavsiyemdir. Afiyetler dilerim…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ŞŞŞ! KADINLAR BAĞIRMAZ

RÜYA İÇİNDE RÜYA: INCEPTİON

AHLAT AĞACI