EMPERYALİZMİN İNSAN ZİHİNLERİNE TAKTIĞI KANCA: DİKEY SİNEMA

Bir kitle kültürü olarak sinema, günümüzde büyük sermaye sahiplerinin çıkarları doğrultusunda kullanılan ideolojik ve manipülatif bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Kapitalizm ile birlikte endüstrileşen ve üretim-dağıtım-tüketim ağına sahip bir sektör haline gelmiştir. Teknolojinin de gelişmesiyle küresel bir boyut kazanmıştır. Hal böyle olunca, ‘’sanat’’ olarak nitelendirdiğimiz sinema, pazar alanı oluşturulup tüketilen bir meta olmaktan kurtulamamış; kültür, politika ve ekonomi başta olmak üzere, birçok alanda etkisini gösteren egemen güçlerin ideolojik aygıtı olmuştur. Dolayısıyla bugünün sinemasını kapitalizmden ve emperyalizmden bağımsız değerlendirmek yanlış olur. Kapitalist ve emperyalist unsurları içerisinde barındıran sinemayı 'dikey sinema' olarak adlandırmayı tercih ettim.

Post-Endüstriyel toplum olarak isimlendirilen günümüz toplumunda, bilginin mülkiyetle yer değiştirdiği iddia edilmektedir. Bilgi üretiminde gözle görülür bir artış olduğunu söyleyebiliriz fakat sanıldığının aksine, mülkiyet kavramı önemini yitirmemiştir. Sinemanın da mülkiyetle çok sıkı bir bağı vardır. Çünkü emperyalizm, mülk sahiplerinin mülklerini çoğaltmak adına farklı yollarla uygulamaya koyduğu tahripkâr bir araçtır. Bu egemen güçler (mülk sahipleri), sinemayı da kendi mülklerini korumak ve çoğaltmak adına kullandığı aşikar. En büyük emperyalist gücün Amerika olduğunu göz önünde bulundurursak, geliri birçok ülkeden daha büyük olan Hollywood sinemasının, insan zihinlerini nasıl yeknesak bir hale getirmeye çalıştığını inceleyelim.


Sinema bir hazırlama, düzenleme, dönüştürme ve harekete geçirme aracıdır. Kitleler üzerindeki etkisi, diğer sanat dallarına göre daha fazladır. Çünkü bir sinema eseri, hem görsel-işitsel unsurları fazlasıyla içerisinde barındırır hem de üretildiğinde aynı anda birçok yere hızlı bir şekilde yayılır. Sinemanın bu gücünü görenlerin, eğlence yönüne dikkat çekerek, insanları eğlendirme, onlara iyi vakit geçirtme, yaşadıkları dünyadan koparma gibi misyonlarını ön plana çıkarmaları masum bir çaba olarak gözükmemektedir. Ne de olsa düşünen ve sorgulayan bireyler yerine aynı karaktere sahip, sürü psikolojisiyle hareket eden insanları yönetmek ve yönlendirmek daha kolaydır. Bu yangını körükleyen başlıca etken ise kapitalizmin ibadethaneleri olarak nitelendirilen AVM sinemalarıdır. "Halk bunu istiyor" gibi masum anlayışlarla üretilen filmler daha geniş alanlara dağıtım imkanı buldukça, minimal çapta olan ve festival filmleri olarak adlandırılan düşünsel filmlere yaşam imkanı tanımayan bir sistemi de beraberinde getirdi. Buna bir telkin olarak, "Düşünme, yorumlama, kıpırdama, okuma, izleme" diyen bir sistem inşası da diyebiliriz. “Düşüneceksen de bunu düşün, okuyacaksan bunu oku, izleyeceksen de bunu izle” diyen bir sistem. Sanatın dönüştürücü kuvvetini hiçe sayan, yaygınlaştırıcı ve sıradanlaştırıcı yönünü öne çıkaran bir sistem. Sanat bir dayatma olabilir mi? Kısa süreli tatminlerle insan zihnini bulandıran bu ‘’piyasa filmleri’’ yüzünden, sinemanın sanatsal boyutunun değer kaybına uğradığı da bir gerçek.


Modern çağın en popüler serbest zaman etkinliklerinden biri olan sinema, kültürel ve ekonomik emperyalizm araçlarından biri olarak, dönemin egemen ideolojisini seyirciye fark ettirmeden sunmada oldukça başarılıdır. Bundan dolayıdır ki; hiçbir sanat dalında sinemanın sahip olduğu endüstriyel örgütlenme mevcut değildir. Üretim sürecindeki bu samimiyetsizlik, elbette bizim de filmlere kuşkulu bakmamıza neden oluyor. Bu konuda zirveyi kimseye kaptırmayan Hollywood, ürettiği filmlerle, oluşturduğu kahramanlarla, ideolojisini hem kendi ülkesine hem de diğer ülkelere dayatır. 1981 senesinde vizyona giren ve o dönemlerde dünyada en çok izlenen film olan Kutsal Hazine Avcıları-Indiana Jones filminde; Jones, üniversitede kız öğrencilerin hayranlık duyduğu bir hocadır. Ölümden korkmayan, maceradan maceraya koşup tarihi eserleri gün yüzüne çıkaran modern bir cengaver olarak gösterilir. Filmde, üçüncü dünya ülkeleri olarak nitelendirilen ülkelerde özgürce dolaşabilen Jones’un yanında, tarihi eserlerin yağmalanmasında yardım edecek yerli dostları vardır. Bu yerliler tabi ki ‘beyaz’ değildir. Dost yerlilere de yardım edecek olan, okyanus ötesinden gelmiş bir kahraman, bir Amerikalı, yani Jones’tur. Son dönemlerde görücüye çıkan yeni nesil süper kahraman filmlerinden olan Iron Man, Black Panther, Transformers, Rambo gibi filmlerde de başroldeki süper kahramanların üçüncü dünya ülkelerine rahatça gidebilmesi göze çarpıyor. Aynı zamanda bazı filmlerle kendi antitezini de pazarlayan Hollywood, egemen gücün düşmansız ayakta kalamayacağını da dipnot olarak sunuyor. Kendi ideolojisini bir kahraman gibi gösterdiği gibi, düşmanını da oluşturuyor. Gece Vurgunu, Kavanoz Kafa, Diriliş filmlerinde bu durumu görebilmek mümkün.


Emperyalist sinemada yabancı korkusu, işgal edilme korkusu, sürgün edilme-toplumun dışına itilme korkusu, nükleer saldırılar sebebiyle kitlesel olarak yok olma korkusu gibi pek çok tehlike, ekonomik ve stratejik olarak güçlü olan statüko tarafından yapımlara eklenmiştir. Pentagon ve CIA da bu filmlere destek olarak, filmleri kendi istedikleri gibi şekillendirmektedirler. Amerikan yapımı savaş filmlerinin hemen hemen hepsinde bu etkiyi görebilmekteyiz. Bilim kurgu sineması, popüler sinemadaki gibi toplumda var olan kültürel, sosyal ve politik gelişmelere bağlı bir şekilde öyküsünü kurgular. Avrupa’daki ideolojik emperyalizm ve sömürgecilik hareketlerinin, bir metafor olarak bilim kurgu filmlerindeki yansımasını ‘istila ve keşif’ olarak sıklıkla görmekteyiz. İstila ve keşifin en belirgin şekilde işlendiği film ise Avatar’dır. Yine çok yakın zamanda vizyona giren Zama adlı film de istila ve keşif kurgusuyla izleyiciye sunulmuş. Zama filmi Arjantin yapımı olsa da, yapımcıları Amerika şirketleridir. Uzay filmlerinde de bu tip kurguları görüyoruz. Aynı zamanda Amerika tarafından, Mussolini döneminde filmler İtalya’da yayınlansın diye faşizmi öven filmler de yapılmıştır.

Bugünün emperyalist sineması, tıpkı kapitalist üretim biçimleri gibi "emtia" üretir. Samimi değildir. Askeri müdahaleye gerek kalmadan, düzeltilmesi neredeyse imkansız derin yaralar açar zihinlerde ve gönüllerde. Amaç, kültürel yozlaşmayı tetikleyecek unsurları harekete geçirmektir. Nesiller boyu süregelen değerleri temelden sarsıp, düzene uygun, tüketmeye gönüllü, seküler bir toplum inşa etmek istemektedirler. Afganistan’da her gün ortalama 3 insan hayatını kaybediyor ancak bütün dünya Sharbat Gula’nın gözlerini konuşuyor. Irak’ta milyonlar can verirken, bütün dünya Amerika’nın Irak’a demokrasi götürmesi konulu filmleri (Kavanoz Kafa, Hurt Locker, Greenzone vs.) izliyor. Vietnam halkı bir soykırıma tabi tutulurken, herkes Rambo hayranı olup çıkıyor. Kimse sarı ve siyah hayranı olmasın, herkes beyaz hayranı olsun; hatta sarılar ve siyahlar bile beyazlara özensin isteniyor. Bu jakobenik ve Anglosaksonvari yaklaşımlar, tüm dünya genelinde büyük bir susku oluşturmak maksadını taşımaktadır. Ancak bizler bu korku imparatorluğunun suskunlarını oynamayacağız.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ŞŞŞ! KADINLAR BAĞIRMAZ

RÜYA İÇİNDE RÜYA: INCEPTİON

AHLAT AĞACI